Günümüzden 71 yıl önce ülkenin 21 yerinde Köy Enstitüleri adı altında eğitim ve öğretim kurumları oluşturuldu. Çorum’da merkezi Kastamonu olan Gölköy Enstitüsü sahasına alınmıştı. Bu çalışma yapıldığında henüz Samsun-Ladik-Akpınar harekete geçirilmemiş, Çorum’un tüm ilçeleri Kastamonu’ya bağlanmıştı. 1943’ de ilkokulu bitirdikten sonra eğitim öğretime devam etmek isteyenler için Köy Enstitüsü en uygun olan eğitim-öğretim kurumuydu. Bize emek veren öğretmenlerimiz elbette bizim öğrenimimizi sürdürmemiz için uygun olan bir eğitim ve öğretim kurumu bulacaklardı. Umudumuzu yitirmemiştik. İlçeden haberler bekliyorduk. Adımız listeye alınmış gerekli başvurular yapılmıştı. Benim şahsen böyle bir girişimden hiç mi hiç bilgim olmamıştı. Yaşım da küçük olduğu için gelecekleri pek sıralayamıyordum. Sizin anlayacağınız komşu ne yaparsa onun yaptığını tekrarlamaktan ibaretti. Okuryazar olmayan bir babanın çocuğu idim. Aile de dört yıl öğrenim görenler vardı amma onlar böyle bir eylemi gerçekleştirecek bilgi ve beceriye sahip değildiler. Ağabeyim, ben ilkokulun son sınıfında iken askere alınmıştı. O yıllarda İkinci Dünya Savaşı olanca hızı ile sürüyordu. Yaklaşık bir buçuk milyon silah altında güç bulunduruyorduk. Yöneticilerimizin çabalarından anladığımıza göre savaşa girmemek, badireyi tarafsız kalarak atlatmak istiyorduk. Kurtuluş Savaşın da önemli görevler üstlenen İsmet İnönü 2. Dünya Savaşı’na girmeyi istemiyordu. İngiltere Başbakanı Çorçil Türkiye’ye gelmiş, İnönü ile güney illerimizden birinde trende özel görüşme yapmıştı, Çorçil bizi savaşa sokmak için gösterdiği çabayı başarısızlıkla sonuçlandırmıştı. Bunları anımsatmamı sanırım Köy Enstitüleri’nin nasıl bir ortamda kurulmuş olduğunu, köy çocuklarının zor koşullarda açılan kurumlarda eğitim öğretimden geçirebilme çabaları bir tarafa atılacak cinsten değildi. Olayın önemi gözler önündeydi. İnönü ve arkadaşları Kurtuluş Savaşı’nda unutulmaz yararlıklar gösteren köy delikanlılarının çocuklarını geleceğe hazırlamanın büyük bir anlamı ve değeri vardı bana göre. Ağustos 1943’e gelmiştik. Ülkede meydana gelen kuraklığın getirdiği kıtlık olayı herkesi derin derin düşündürüyordu. Biz hasat sonrası tarlalardan topladığımız buğday başaklarından elde ettiğimiz unlarla sıkıntıları geçiştirmek istiyorduk. İşimiz gereği henüz elimize satıştan para geçecek bir döneme ulaşmamıştık. Aileme ulaşan bilgiye göre Kastamonu -Gölköy Köy Enstitüsü’ne arkadaşlarımla gönderileceğim, gerekli hazırlıkların yapılması isteniyordu. Yolculuğumuz uzun ve çok çeşitli taşıt araçlarını kullanılarak yapılacaktı. Ailenin elinde bana yolculuk etmek için gerekli akar (para) yoktu. Avrupa’dan Anadolu’ya gelirken getirdiğimiz pulluğu satışa çıkardık. Pulluğu alan o iyi insana halen dua ediyorum, satış gerçekleşmeseydi ben bugün olmayacaktım diyebilirim. Rahatsızdım biraz. O dönemde sıtma yakaladı mı bırakmıyordu. Devletin bir de sıtma savaşı vardı. Tüm bunları anımsattığım için beni kınamayın. Bulunduğun durumdan bir başka durumdaymış gibi gözükmeye çalışmanın kimseye faydası olmaz. Ancak kendimizi kandırırız. Sevinçli haber gelmişti. Tahta yada teneke bavullara kumanyalarımız paketlendi. Yolculuğumuz uzun olacağından onlardan yararlanmamız öngörülmüştü. Şimdiki gibi her çene başında bir yiyecek bulunacak bir olgu yoktu o zaman. Ailem sonra gönderelim dedi ise de ben arkadaşlarımla yolculuk yaparım dedim. Kısaca yalnız yolculuğu gerçekleştirebilecek bir fiziğe sahip değildim. Mecitözü İlçesi’nden yorgun bir kamyona bindirildik. Beni şoförün yanına oturttular. Dokuz arkadaş kamyonun kasasına çıktılar. Sevgi ile ayrılığın başlangıcında gözlerimiz yaşlanmadı değil. Eller havada kaldı bir süre. Kasada bulunan arkadaşlar olanca güçleriyle şarkılar-türküler söylüyorlardı. Kasislerden geçerken başımın üst kısmının demir parçalarına dokunduğunu hissediyordum. Birkaç saat sonra Amasya’ya varmış, tren istasyonunun hemen bitişindeki akasyaların gölgesi bizi misafir almıştı. Arkadaşlar yorgunlukları atmak için uzandıkları serin gölgede uyuyakalmışlardı. Ben ayakta idim. Arkadaşlarımın hiç biri o zamana kadar tren görmemişlerdi. Nasıl yolculuk yapılacağını da bilmiyorlardı. Ben küçük olmama rağmen 1938’de Anavatana geldiğim için yolculuğu bilen tek kişiydim. Tren gelmeden arkadaşlarımı uyandırarak bilet almalarını sağladım. Bir süre sonra Sivas yönünden gelen kara tren düdüğünü çalmaya başladı. Bavullarımızı ellerimize alarak trenin duracağı yerlere doğru heyecanla yürüdüğümüzü biliyorum. Trende üçüncü mevkiye binecektik. Diğer bölümler bizim girebileceğimiz, oturabileceğimiz bölümler değildi. Trenin penceresinden uzaktakilerle selamlaşmamız sürerken birden bir karanlığa girdik. Arkadaşlar telaşlandılar, ben tünel dedim. Korkmayın daha da görebiliriz dedim. Onlar tüneli de yenice görüyorlardı. Onlar için çok değişik bir duyguydu ister istemez. Birkaç tünelden daha geçtikten sonra uzakta Samsun ve Karadeniz gözüktü. Arkadaşlar denizi çayır sanmışlardı. Akıllarına ilk gelen güzel bir otlaktı hayvanlar için. Samsun’a varmış, trenden inmiş, limana doğru yollanmıştık. Ama ne yazık ki vapur henüz yoktu ortada. Bir gün sonra geleceğini öğrenince bir otele bavulları bırakmak gerekiyordu. On kişilik bir grubun caddede yürümesini bir gözünüzün önüne getirin. Herkes size bakıyor. Bunlar kim böyle? Nereye gidiyorlar? Bir merak insanlar için. Kaybolmamak için hep grup olarak hareket ediyoruz. Bilmeyen insan için böyle yapmak bir güç veriyor insana. Otele bavulları bıraktık, biraz liman boyunda gezinerek gelip geçen motorlara ve kayıklara baktık. Kayığa binerek gezmeyi istedi canımız amma, cepteki yükün azalacağını hiç unutmuyorduk. Otel civarından uzaklaşmamak kaydı ile karanlık basmadan otelimize döndük. Denizde ve sokaktaki sesler kaldığımız odanın içine kadar geliyordu. Konuşmaların bittiği anda herkes uykuya dalmış oluyordu. Sabahı sabırsızlıkla bekledik. Erken uyanın arkadaşlar, limana gidelim artık vapur gelir dediler. Otelden hesaplarımızı keserek ayrıldık. Liman yakındı. Bir süre sonra vapur ben geliyorum dercesine düdüğünü öttürüyordu. Onun sesi bir ayrıydı. Her aracın ayrı bir sesi vardı hayvanların ki gibi. Bavullarımız ellerimizde topluca vapura bindik. Bir grup Karadenizli horon çekiyorlardı. Kemençeci görevini usanmadan gerçekleştiriyordu. Bir süre ellerimizdekilerle olanları izledik. Gruptan bir genç yanımıza gelerek nereye gittiğimizi sordu. Yanıt verdikten sonra horon çekin gruba seslendi: " Ha uşaklar bu gençler Çorumludurlar da. Onlara bir yer verelim. Çorum uşağı merttir yardımcı olalım " dedi. Horon durdu ve bize gösterilen yere geçerek oyunları geç zamana kadar izledik. Karadeniz oyunları bizim oyunlarımıza pek benzemediği için çok dikkatimizi çekmişti. Sabahı nasıl ettiğimizi pek bilemiyorum. Heyecanla yorgunluk birbirine karıştı diyebilirim. Güverteye çıktık arkadaşlarla dalgalar arasında bir yunus gibi kayıyordu adeta vapur. Akşama doğru İnebolu’nun karşısında durduk. İlçeye gidecekler motorlu kayıklarla sahile taşında. Bizde bir seferinde karaya çıktık. Motor hızla sahile yol alırken ellerini yıkayan deniz suyunu yudumlayan arkadaşlarımız suyun çok tuzlu olduğunu öğrenmiş oldular. Kastamonu’ya gidebilmek için ertesi sabah yöreye kalkan tek otobüste yer ayırtmamız gerekiyordu. Otelde geceyi nasıl geçirdiğimizi hatırlamam biraz zor. İnebolu’da o dönemde liman yoktu, sonradan gerçekleştirildi. Vapurlar rıhtıma yanaşıyorlar şimdi. İnsanlar motorla yolculuk yapmıyorlar artık. Sabahı dört gözle bekledik. Yolculuk sanıldığı gibi kolay geçmiyor. Cebimde on liram vardı onu da otobüs firmasına yatırdım. Beş parasız kalmıştım. Ama bir süre sonra Köy Enstitüsü’ne varacaktık. Orası bizim bir süre yuvamız olacaktı. Öğretmenlerimiz anamız babamız olacaklardı. Onlara olan güvenimiz sonsuzdu. Kasisli yollardan geçtikten bir süre sonra Kastamonu-Gölköy Köy Enstitüsü’nün karşısında otobüsümüz durdu. Aşağıya inmiştik. Gideceğimiz yer uzaktan tarif edildi. Bavulları ellerimize aldık, başladım yürüyüşe. Sanırım iki üç kilometre yürüyüşten sonra okulun girişine ulaşmıştık. Kapıda beyaz giyimli iki öğrenci karşılıklı bekliyordu. Birisi bizi içeriye alarak bir binanın önünde durduk. Elbiselerinizi çıkarın size elbise verilecek dendi. Uzatılan beyaz bir torbaya eşyalarımızı yerleştirdik. Beyaz ceket pantolon çok hoşuma gitmişti. Yamalı pantolon giymekten kurtulmuştum. Bizden önce okula gidenlerle bir araya geldik. Onlarla getirdiğimiz kumanyaları paylaştık. Onlar bize göre usta öğrenci olmuşlardı. Okulda ufak bir santral vardı. Gece saat 24’e kadar okul onunla aydınlatılırdı. Sabah kalk kampanası çaldı. Elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra sabah kahvaltısı için sıra ile yemekhaneye girdik. Sabah çayını alacaktık. Büyük bir yemek masası ortasında bulunan çay kepçe ile alüminyum tabaklara kondu. Bardak yoktu. Bunları yazarken birilerini biraz suçlar gibi oluyorum. Hiç abartmıyorum. Savaştan yeni çıkmış bir devletin o gün olanakları öyle idi. Bir süre sonra alüminyum bardaklara kavuştuk. Sevincimizi sizinle paylaşmak isterim. Okuldaki gündemin uygulanması büyük bir kamyon jantının çalınması ile gerçekleştirilirdi. Kampana gerçekten çok ses çıkarıyordu. En çok hoşumuza giden kampana sesi paydos ile yemek vakti oluyordu Mevsim inşaat ve tarım ürünlerini gerçekleşmek oluyordu çoğu kez. Okul büyük bir inşaat şantiyesine benziyordu. Yemek sonrası meydana yakın bir yerde devam eden inşaat önünde sıra olduk. Bizim gibi beyaz giyinmişi bir yetkilinin düdüğü çaldı. Tuğlacılar iki adım öne çıksın. Benim gibiler öne çıktık. Devam eden inşaata biz semerle tuğla taşıyacaktık. İnşaatın ikinci katının duvarları yükseliyordu. İskeleden yukarı çıkarken düşmemek için bazen dizlerimin üzerinde yürüdüğümü anımsıyorum. Benim dışımdaki arkadaşlar gecgere ile harç taşıyorlardı. Bir akşam birlikte dinlenirken Kastamonu yolculuğunu bir arada tamamladığımız altı arkadaşımız memlekete geri döneceklerini söylediler. Ama nasıl dönecekleri konusunda geniş bir açıklama yapmadılar. Sabah kalktığımızda onlar yataklarında yoktular. Okulu terk etmişlerdi. Bir arkadaş ben böyle çalıştıktan sonra babamın işinde çalışırım daha iyi dedi. Gerçekten öyle oldu o arkadaş dışında diğer beş arkadaş bir yıl sonra okula dönmüşlerdi. Okula dönmeyen atından arabasından bahseden arkadaşın bulunduğu köyde görevlendirildim. Karşılaştığım arkadaşım büyük bir yanlışlık yaptım sizi dinlemedim. Her şey geçici imiş, çok sıkıntı çektim bende iki oğlum var onları okutacağım dedi. Bende ikisine de okuttum onlar babaları sağ iken öğretmen oldular, şu an birisi halen görevde büyük olanı ise emekli oldu. Çorum’da yaşamını sürdürüyor. Kısaca arkadaş kendisi değil amma çocukları öğretmen olmuşlardı. Önceki satırlarda kısaca bahsettiğim bir inşaat şantiyesi gibi sözünü biraz açıp o tuğlaların nasıl yapıldığı konusunda sizleri bilgilendirdikten sonra yazıma son vermeyi düşünüyorum. Yazımın başlığındaki tuğlacılar deyimini sizinde benim gibi anımsamanız için ekledim. Kastamonu merkez ilçe köylerinden birisinde okulun bir tuğla üretim fabrikası vardı. Bu fabrikanın tüm parçaları et ve kemikten yapılmıştı. Fabrika et ve kemikten ibaret olan ana parça uyuduğu zaman yörede bir sessizlik vardı. Size inşaatlarda halen kullanılan tuğlaların insanlar tarafından üretildiğini, yaşadığım şekilde sizlere sunmayı istedim. Üretim sahasına genellikle çalışabilecek fiziğe sahip öğrenciler ayrılır günün yirmi dört saatini öğrenciler burada tamamlar. Üretim sahası bir akarsu kenarındadır. Tuğla çamuru yapabilmek için güzel toprak vardır. Tuğla çamuru yapılması için gerekli tüm unsurlar vardı. Akşamdan tuğla çamuru kuyusuna toprak doldurulur, bir miktar su bırakılarak toprak dinlemeye bırakılar sabaha kadar. Sabah ilk işimiz kahvaltıdan önce tuğla üretimi için gerekli olan toprağı çamur haline getirebilmek. Derinliği yaklaşık 35 ya da kırk santimetre tabanı ve yan tarafları tahta ile kaplı büyük kalıp içersindeki toprağı çiğnemek bizim en önde gelen görevimizdi. Tuğla yapılır hale gelince ye kadar çamur yoğrulur bir bakıma. Öyle olmazsa çamurdan tuğla yapamazsınız. Yemek sonrasında tuğla çamuru kalıp masalarına taşınır ve burada iki tuğladan oluşan kalıplar çamurla doldurularak geniş ve düz sahaya kurumaları için bırakılır. Kalıpçılar gidip gelinceye dek boş kalıplar çamurla doldurulur. Akşama kadar çamurun hepsi işlenmiş olur. Ertesi gün aynı iş devam eder. Sahaya kurumak için serilen tuğlalar kuruduktan sonra bizim yaptığımız fırına taşınarak doldurulur. Fırın kapasitesini alınca da yakma işlemi başlar. Tuğla olacak çamurlar kızarıncaya kadar ocak yakılır. Bu işlemi yapan uzman görevliler yanma olayını iyice gerçekleştirdikten sonra fırın soğumaya bırakılır. Bir gün sonra yine bizim tarafımızdan boşaltılırdı. Boşaltma işleminde ellerimiz bazen yanardı. İşlemler aksaksız olarak çözümlenecekti. Devletin ekonomi bakımından en sıkıntılı olduğu günlerde bile bizlere, yani köy çocuklarına gelecek için bir itici güç vermesi unutulur cinsinden değildir. Evet alüminyum, tabaklarla, sonra bardaklarla çay içtik amma, okul sahasındaki boş topraklara mevsime göre tüm sebzeleri yetiştirmek için çaba harcar ve sonrada onları tüketirdik. Devlet inşaatlar için yalnız çivi, demir ve keresteyi sağlar onları olumlu hale getirerek binalar öğrenciler tarafından yükseltilirdi. On beş gün içersinde tek katlı iki dersliğin yapımını bitirdiğimizi biliyorum. Okulda yaklaşık bin öğrenci bulunuyordu. Tarım ve hayvancılıkla ilgili tüm birimler vardı. Kümeslerden yumurta, arı kovanlarından bal, hayvanlardan elde edilen sütler. Yoğurt ve tere yağ, mevsime göre ağaçlardan elde edilen ürünlerin hemen hepsi öğle ve akşam yemeklerinde karavana ile masaya konur herkes kendine düşen payı alırdı. İnşaat şantiyesi görünümü ilkbaharda başlar son baharda tamamlanırdı. Kültür dersleri noksansız olarak verilirdi. Ekonomik sıkıntıya rağmen okulun çok güzel bir kütüphanesi vardı. Aradığımızı bulabiliyorduk. O dönemde yabancı dil olarak almanca ilk sırada yer alıyordu. Dikkat, kalem, öğretmen, kapı, pencere gibi sözcükleri halen telaffuz edebiliyorum. Okulda her sabah temizliği yapılır, yerde tek bir kağıt parçasına rastlanmazdı. Herkes kendi bölgesinden mesuldü. Okulda yalnız öğretmenler lokalinde bir radyo bulunuyordu. Bu radyodan alarak her sabah okul meydanında beden eğitimi öğretmenin önderliğinde Ankara Radyosu’ndan yapılan spor programı doğrultusunda hareketler gerçekleştiriliyordu. Sizlere birkaç unutamadığım anılarımı aktardım. Biz öğle yetiştirildik, beş yıl sonra köye öğretmen olarak döndük. Hizmetin büyük bir bölümünü köylerde, köy çocukları ile geçirdim. Çok sayıda köy çocuğu benim gibi kamu hizmetlerinde görevli oldu. Büyük bir emekli oldular, sağ kalanlarla fırsat buldukça dertleşiyoruz. Anılarımı sonlandırırken önce beni okuyanlara, sonra da beni kamu hizmetlerine hazırlayanların yaşayanlarına nice sağlıklı günler, ebediyete intikal edenlere toprakları bol olsun dileğinde bulunurken, tüm yaşayanlara daha nice mutlu yıllar dileği ile saygılarımı, sevgilerimi sunarım. |